Atomun dizginlendiği an: Nükleer gücü kim icat etti?

Laboratuvarlardan savaş meydanlarına uzanan nükleer enerji serüveni, sanıldığı gibi tek bir "buluş" anından ibaret değil. İşte Enrico Fermi’nin Chicago’daki gizli deneyinden Manhattan Projesi’nin karanlık gölgesine, atomun elektriğe dönüşen devasa yolculuğunun perde arkası...

Atomun dizginlendiği an: Nükleer gücü kim icat etti?

Nükleer enerjinin doğuş hikayesi, tek bir dahinin “buldum” dediği o meşhur anlardan birine dayanmıyor. Aksine bu süreç, kuşaklar boyu süren, sınırları aşan ve içinde hem büyük umutları hem de karanlık hırsları barındıran devasa bir yapbozun parçalarını birleştirmeye benziyor.

Farklı ülkelerden, bambaşka siyasi sistemlerden gelen bilim insanları ve mühendisler, nükleer enerjiyi bazen teorik merakla bazen de savaşın soğuk baskısı altında, deneme yanılma yoluyla adım adım inşa etti. Bugün nükleer güç dediğimiz şey aslında tek bir icat değil, atomun içinde saklanan enerjinin nasıl serbest bırakılacağını ve daha da önemlisi nasıl dizginleneceğini gösteren bir keşifler zincirinin ürünü olarak karşımıza çıkıyor.

Nükleer enerjinin kaderini asıl belirleyen dönüm noktası, laboratuvarlardan ziyade savaş meydanları oldu. İlk kontrollü nükleer fisyon reaksiyonu, elektrik üretmek için değil, İkinci Dünya Savaşı’nın gidişatını değiştirecek olan meşhur Manhattan Projesi kapsamında gerçekleşti. Bilimin seyrini savaş ve siyasetin belirlemesiyle birlikte, insanlığın bu yeni kaynağı kontrol etme arzusu çok daha sert bir yola girdi. İlk atom bombaları bu hırsın bir sonucu olarak doğdu. Bugün uçak gemilerini ve denizaltılarını çalıştıran bu muazzam güç, askeri amaçlı araştırmalar olmasaydı belki de sivil hayata hiçbir zaman uyarlanamayacaktı.

Fisyonun keşfi ve “nükleer çağın babası”

1930'lu yılların sonuna gelindiğinde bilim dünyası, bir atomun çekirdeğinin bölünebileceğini ve bu esnada devasa bir enerji açığa çıkacağını fark etti. Bu, sınırsız enerji arayışında bir milat olsa da tek başına yeterli değildi ve açığa çıkan enerjinin hasat edilip elektriğe dönüştürülmesi için henüz “zincirleme reaksiyon” kavramı kanıtlanmamıştı. Bu kritik eşiği 1942 yılında Nobel ödüllü fizikçi Enrico Fermi aştı. Bugün “Nükleer Çağın Babası” olarak anılan Fermi, “Chicago Pile-1” adını verdiği ilk reaktörüyle kontrollü zincirleme reaksiyonu gerçekleştirmeyi başardı. Ancak bu ilk reaktör tamamen deneyseldi ve neredeyse hiç güç üretmiyordu.

Fisyon ısısını güvenilir bir elektrik kaynağına dönüştürmek; metalurjiden kimyaya, makine mühendisliğinden fiziğe kadar pek çok alandaki uzmanın ortak çabasını gerektiren bir mühendislik sınavı haline geldi. Reaktör tasarımı, uranyum zenginleştirme ve soğutma sistemleri gibi karmaşık sorunlar ancak bu disiplinlerin bir araya gelmesiyle çözüldü. Savaş bittikten sonra, 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki üzerinde patlayan bombaların yıkıcı gücüyle tanınan atomun sadece bir silah değil, aynı zamanda sonsuz bir enerji kaynağı da olabileceği acı bir yolla gösterdi. Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Komisyonu’nun kurulmasıyla birlikte bu teknoloji askeri ellerden sivil yönetime geçti ve nükleer enerji santralleri devri resmen başladı.

Bugün nükleer enerji büyük oranda sivil amaçlarla, barışçıl bir şekilde kullanılıyor olsa da kökenlerindeki o jeopolitik çekişmenin izlerini hala taşıyor. Eğer savaşın yarattığı o aşırı baskı ve küresel hakimiyet yarışı olmasaydı, reaktör bilimi muhtemelen çok daha yavaş, ancak muhtemelen çok daha az insan hayatının kaybıyla gelişecekti. Bu anlamda nükleer güç, varlığını biraz da geçmişteki çatışmalara borçlu denebilir ve bu miras, günümüzdeki güvenlik ve kontrol tartışmalarında yankılanmaya devam ediyor.